ARAP BABA TÜRBESİ
Harput’ta Alaca Mescid adıyla da bilinen Arap Baba Mescid ve Türbesi, Sarahatun Mahallesi, Yakut Sokak No. 18’de yer almaktadır. Mescidin giriş kapısı üstündeki kitabede Tevbe Suresinin 18. ayeti yazılıdır. “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve Ahiret gününe inanan, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler. Umulur ki bunlar, doğru yolu bulmuş ve hidayete ermiş kişilerdir.”. Kitabe şöyle devam eder. “Bu metin ve ali bina, Selçuk sultanlarından din ve dünyası mamur ve abadan olan büyük sultan Kılıçarslan’ın oğlu Keyhüsrev’in zamanında onun istek ve emriyle Şaban’ın torunu ve Arap Şah’ın oğlu Sahibü’l Ataya ve’l-ihsan olan Cenab-ı Hakk’ın rahmetini rica eden Yusuf tarafından Hicret’in 678 (1279-80) yılında yapılmıştır.”
Türbenin girişinde yer alan tanıtım yazısında, yapının mimari özellikleri hakkında bilgi verilir. “Bu mescit 5.5×5.5 metre genişliğinde olup kıblede 1,5×2,5 metre yüksekliğinde mavi lacivert ve patlıcan moru çinilerle yapılmış bir mihrabı, sağında ve solunda iki ufak penceresi vardır. Mescidin tavanı tonoz halinde tek kubbeli dört metre yükseklikte olup üstü kurşun kubbe ile kaplıdır. İç mescide, sağ taraftan 75×135 cm. ebadında kenarlı bir taşkapıdan diğer hücreye girilir. Bu hücre Arap Baba’nın tam üstünü teşkil eder. Altta kıble cihetinden 75×90 cm. bir kapıdan girilmektedir. Türbenin tavanı kırmızı tuğlalarla yapılmıştır. Türbede günümüze kadar ulaşan cesedi bozulmamış Arap Baba isimli bir yatır bulunmaktadır.”
Arap Baba’nın mezarı, mescidin yan tarafta kapısı bulunan zemininde bulunmaktadır. Üzeri tonozla örtülü olan bu kısımda ahşap bir sanduka vardır. Mescidin kitabesinde de ismi geçen Yusuf İbn-i Arapşah burada gömülüdür. Halk arasında Arap Baba ismi ile tanınan bu kişinin yörede farklı versiyonlarıyla yaygın bir de efsanesi bulunmaktadır.
Arap Baba Efsanesi
Bu efsaneye göre, Harput’un en ihtişamlı döneminde, yaz aylarında şiddetli ve dayanılmaz bir sıcaklık başlar. Bu sıcaklık öylesine artar ki topraklar, tepeler çatlar ve kuraklık bütün Harput’a yayılır. O günlerde Selvi adlı yaşlı bir kadına rüyasında, Arap Baba’nın başını sandukasından çıkarıp dereye atacak olursa, yeniden yağmurun yağacağı ve kuraklığın önleneceği söylenir. Bu kadın aynı rüyayı devamlı olarak her gece görmeye başlar ve aynı sözler kendisine tekrar edilir. Öte yandan Harput’taki sıcaklık da her geçen gün biraz daha artmaktadır. Aynı rüyayı devamlı gören kadın sonunda bir gece Arap Baba’nın başını sandukasından alır ve dereye atar. Bunun üzerine şiddetli yağmurlar başlar ve şehri seller götürür. Bu defa kadının rüyasına Arap Baba’nın kendisi girer ve ona, “Sandukamdan alıp dereye attığın başımı bana geri ver. Eğer geri vermeyecek olursan yağmurlar durmayacak ve felaketler bu kentte birbirini izleyecektir.”, der. Bundan korkan kadın dereye koşar. Arap Baba’nın başını bularak sandukasına koyar. Bunun üzerine yağmur bir anda kesilir ve Harput’ta hayat normale döner. Denilir ki, bu olay üzerine Selvi kadın korkunç bir hastalığa yakalanarak günlerce ızdırap çeker ve ölür.
Söylencenin farklı bir versiyonunda yaşlı kadın şehir halkı tarafından buna zorlanır. Komşularına anlattığı rüyası bütün Harput’a yayılmıştır. Günler geçmiş Harput’a bir damla yağmur düşmemiştir. Kıtlık kapıdadır. Çaresiz kalan insanlar Selvi Nine’yi Arap Baba’nın başını kesmesi konusunda ikna etmeye çabalar. Ancak yaşlı kadın buna cesaret edemeyince, bir gece evinin etrafında toplananlar evi taşlamaya başlar.
Diğer bir anlatım şeklinde ise, Arap Baba’nın başının kesilmesi Harput’taki Ermenilere mal edilir. Harput’ta yaşayan Ermeni büyücü, zengin bir ailenin kızına, “Kuraklığın bir çaresi var. Eğer ilmi kuvvetli ölmüş bir zatın başı kesilerek suya atılırsa, yağmur yağar ve kuraklık biter.” der. Bunun üzerine Arab Baba’nın türbesine gece vakti giden kız, kapının kilidini kırarak içeri girer. Sandukanın kapağını açtığında o zamana kadar hiç çürümemiş olan Arab Baba’nın naaşını görünce, korkar ve türbeden çıkar. Türbeden biraz ayrılınca tekrar başını kesmek için geri döner. Biraz önce taşla kırdığı kilidin yerinde yenisinin durduğunu görür. Onu da taşla kırıp içeri girer. Yanındaki bıçakla Arab Baba’nın başını keser ve bez çuvala koyarak, götürüp bir dereye atar. O andan itibaren gökyüzünde şimşekler çakmaya, Allahü teala’nın cezası ve gazabı tecelli etmeye başlar. Şafak söktüğü zaman sağanak halinde yağmur yağmaktadır. Yağmur kısa zamanda afet halini alır. Arab Baba’nın başını kesen kızın bulunduğu konak, kırk gün kırk gece taşlanır. Kız bir gece rüyasında Arab Baba’yı görür ve Arap Baba kıza, “Başımı getir, yerine koy!” der. Bunun üzerine dereye giden kız uzun bir süre kesik başı aradıktan sonra bulur ve türbeye getirip yanına koyar. Kısa bir zaman sonra yağmur diner ve güneş açar. Arap Baba’nın başını kesen kız, ölüm anında çok azap çeker. Öldükten sonra cesedi duvarlara çarpılır. Ailesi bu durum karşısında sadece ağlar. Zira ellerinden hiçbir şey gelmez.
XIII. asırda yaşadığı rivayet edilen Arap Baba’nın, Harput’un fethi için gelen Selçuklu kumandanlarından olup, aynı zamanda büyük bir veli olduğu anlatılır İslamiyeti yaymak için bazan kılıç kullanan Arab Baba, çoğu zaman insanlara doğru yolu göstermek için vaaz ve nasihatlerde bulunur. Sık sık, “Kılıçla geldim kalemle gideceğim”, dediği belirtilir. Vefat tarihi belli değildir.
Mescit ve türbe son yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından restore edilmiş, türbenin üst katı sıvanmış, döşemesi elden geçirilmiş ve dış duvar kaplamaları yenilenmiştir Türbe bölümü hiçbir süs unsuru ihtiva etmez. Türbenin asıl özelliğini dikdörtgen planlı olan alt (mumyalık) katı teşkil eder. Burası, hem farklı örtüsü hem de mumya ihtiva etmesi bakımından Anadolu’daki Selçuklu devri türbelerinin çoğundan ayrılır. Mumyalık bölümüne, güney cephenin batı ucuna yakın yere açılan bir metre yükseklikte bir basık kemerli kapıdan girilir. Mumyalanmış ceset, etrafı tahtalarla kaplı geniş bir mezarın içine koyulmuş ve üzerine zeminle aynı seviyede bir tahta kapak yapılmıştır. Kapısından bakıldığı zaman düz bir satıh gibi gözükür. Örtü kalkıp da kapak açılınca ceset sandığın içinde görülür. Arap Baba türbesi, dışta mescit ile bütünleşmesi, buna karşılık adeta müstakil bir iç bünyeye sahip oluşu ile bu tipin güzel bir örneğini teşkil eder.
Keramet ehli bir kişi olduğuna inanılan Arap Baba hakkında anlatılan bir diğer menkıbe de şöyledir. Arap Baba, Arabistan’dan Harput’a gelen bir seyyahmış. Bir gelişinde Harput’ta 2–3 ay kaldıktan sonra burada vefat etmiş. O zamanlar Harput’ta çok şiddetli kış mevsimleri yaşandığından kış mevsiminde vefat edenler çetin kış şartlarından dolayı Korhane’ye bırakılırmış. Bu sebeble Arap Baba’nın cesedini Korhane’ye bırakan Harput ahalisi bahar gelip buzlar çözüldüğünde defin işlemleri için gelince, karşılarında Arap Baba’nın çürümemiş cesedini görüp şaşırmışlar. Bu zatın keramet ehli biri olduğunu düşünerek günümüzde bulunan yere türbe yaptırarak ziyarete açmışlardır.
Günümüzde Arap Baba’nın türbesi, cesedinin çürümemiş olmasından ve bu nedenle de keramet ehli bir kişi olduğu kanaatiyle yöre halkının yanı sıra çevre illerden de gelenler tarafından yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Buraya daha çok akıl hastaları ve felçli insanlar geldiği gibi yaşı ilerlediği halde evlenemeyen gençler, kısmetlerinin açılması için ve herhangi bir işte çalışmayan kişilerin de bir iş sahibi olabilmek ve ayrıca çeşitli amaç ve maksatları olanlar tarafından ziyaret edilmektedir. Ziyarete gelen kişilerin türbede Kur’an okuyup dua ettikleri gibi sanduka üzerinde bulunan yeşil örtüyü üç defa öpüp başlarına koydukları ve yine bu örtüyü vücutlarının ağrıyan kısımlarına sürdükleri görülür. Anlatılır ki, belediye başkanlarından birisi inanmayarak, naaşı müzeye kaldırır. Halk buna mani olmaya çalışır. Ancak belediye başkanı, “Hayır! Bu cesed mumyalıdır. Bunu alem de görmeli. Müzeliktir bu cesed!” cevabını verir. Ertesi sabah cesedin, müzeye kaldırıldığı yerde olmadığı görülür. Belediye başkanı bunu birilerinin yaptığını sanır ve tekrar müzeye koydurur. Aynı hadise birkaç defa tekrar eder. Belediye başkanı isteğinde çok ısrar eder, fakat sonunda felç olur.
ANKUZU BABA TÜRBESİ
Ankuzu Baba, Harput’a beş km. mesafede kendi ismiyle anılan Ankuzu Tepesi’nin üzerinde medfundur. Türbe duvarları taş ve beton malzeme ile inşa edilmiş, tavanı ise eğimli bir beton tabiye ile kapatılmıştır. Oldukça küçük olan Ankuzu Baba türbesi tek mekandan ibaret olup, elektriği ve suyu yoktur. Ayrıca türbeye herhangi bir şekilde taşıt yolu da yapılmamıştır. 16. yüzyılda türbenin hemen yanıbaşında bir zaviye olduğu çeşitli kayıtlarda geçer. Bugün bu zaviyeden hiç bir eser kalmamıştır. Evliya Çelebi’nin, “Ankuzu Baba Tekkesi mihmanhane-i fukaradır.” diye bahsettiği bu tekke ve mescid daha sonra yıkılarak harab olur. Burası Osmanlı Dönemine ait çeşitli kayıtlarda değişik isimlerle anılır. Başvekalet Arşivi tapu defterinde “Ey Kuzu” denildiği gibi 1704 tarihli bir başka vesikada da “Aynül Kuzat” olarak geçer. Harput’un fethi sırasında şehid düşmüş ve uzun yıllar bir mağara içinde bozulmadan kalmış olan naaşı, bugün aynı bölgede medfun bulunan velilerden Beyzade Efendi (1810-1904) tarafından yaptırılan tekke ve mescid yanına defnedilir.
Bazı rivayetlere göre Ankuzu Baba, 8. ve 9. yüzyıllarda Arap-Bizans savaşları esnasında Arap ordularında yer alan bir askerdir ve burada şehit düşmüştür. Kuzu Baba Dağı’nın yamacında bulunan bir kaya üzerindeki at nalına benzeyen çukurluğun, Ankuzu Baba’nın atının izi ve taşlar üzerinde bulunan kırmızı lekelerin de, Ankuzu Baba’nın yaralarından damlayan kan izleri olduğu anlatılır. Bir diğer söylentiye göre ise Ankuzu Baba, civarda yaşayan insanlardan biridir. Yeniçerilerin zulmüne uğrayarak kaçar ve kayalıklara sığınır. Ancak yeniçeriler tarafından yakalanıp öldürülür ve orada gömülür. İshak Sunguroğlu’nun ‘Harput Yollarında’ isimli eserinde burasının çok eski yıllarda daha çok ziyaret edildiği, burada halkın piknik yapıp, kurbanlar kestiği anlatılır. Vaktiyle Yetimoğulları ailesinden Ahmet namında meczup bir kişi, kayalıkların zirvesinde bulunan Ankuzu Baba türbesinin yıllarca türbedarlığını yapar . Ölümünden sonra da Ankuzu Baba neslinden geldiğini iddia eden kızı Hamide Hatun, bu vazifeyi üzerine alır. Hamide Hatun, yaz kış demeden uzun zaman bu bahçede oturarak babasının izinde sebat eder. Ziyaretgaha araba yolunun olmaması ve ziyaret çevresinde içme suyunun bulunmamasının, ziyaretçi sayısını oldukça düşürmüş olduğu nakledilir. Son yıllarda bir türbe yaptırılarak kabrin kaybolması önlenmiştir. Türbeye ulaşım biraz zahmetli, türbenin yanına kadar araba ile gidilmiyor biraz doğa yürüyüşü yapmak gerekiyor. Eşsiz doğasıyla seyir herşeye değiyor.
Türbe Elazığ Kültür Envanterinde kayıtlıdır.
NADİR BABA TÜRBESİ
Nadir Baba Türbesi , Arap Baba türbesinin doğu yönüne doğru, 50 metre mesafede yer alır. Türbe mescid ve makam bölümleri olmak üzere iki kısımdan oluşur. Mescidden makam kısmına geçilir ve burada ahşap bir sanduka bulunur.
Kadiri şeyhi Tayyar Baba’nın (1902-1973) Harput’ta oturduğu yıllarda Nadir Baba türbesinde bazı din alimleriyle bir araya gelip sohbetler yaptıkları, bu sohbet toplantılarına Yesevi tarikatına bağlı kişilerle birlikte Nakşi tarikatına mensup kişilerin de geldiği kaydedilir. Üstelik Tayyar Baba devamlı bu türbede yatmaktadır. Kadiri şeyhi başından geçen bir olayı şöyle anlatır. “Burada yatıp kalktığım günlerden bir gece sandukanın başına giderek, Nadir Baba burada bu kadar kalıyorum bana niçin görünmüyorsun? Üstelik rüyama bile girdiğin yok. Şayet bana görünmezsen mezarını kazacağım” der. Nitekim Tayyar Baba bir kazma kürek bularak mezarı kazmaya başlar. Tam kemikler göründüğü esnada, “Dur yapma”, diye bir ses duyar. Bunun üzerine Tayyar Baba kendinden geçerek bayılır. Bu baygınlık anında kendisini şeyhi Göllü Mustafa Baba’nın evinde görür. O sırada şeyhi çok ağır hasta bir şekilde yatağında yatmaktadır. Tayyar Baba’nın anlatışına göre, yaşlı ve Buhara sakallı bir zat parmağı ile şeyhinin ağzına Zemzem suyu damlatmaktadır. Oradakilere, “Bu zat kimdir?” diye sorunca, odada bulunanlar bu zatın Nadir Baba olduğunu söylerler. Tayyar Baba şeyhine doğru yaklaşır. Bunun üzerine Buhara sakallı zat Tayyar Baba’ya dönerek, “Tayyar, biz senin şeyhine hizmet ediyoruz, sen bizim kabrimizi kazıyorsun. Bu nasıl iştir” der. Ertesi günü şeyhini ziyarete giden Tayyar Baba, onu ağır hasta olarak bulur.”
Özellikle ruhsal sorunları olan ziyaretçilerin geldiği türbeye, ayrıca çocuğu olmayan ziyaretçiler de gelmektedir Türbeye gelen ruhsal sorunlu ziyaretçiler, ilk iki hafta cuma günleri, üçüncü hafta ise cumartesi günü burada bir gece yatarak şifa bulacaklarını ümit ederler. Ayrıca burada yatarken üzerlerini örtmek amaçlı kullandıkları battaniye, yorgan vs.’leri de Nadir Baba’nın naaşı üzerine bırakırlar. Çocuk sahibi olamadıkları için türbeye gelen ziyaretçiler de buraya geldikten sonra çocuk sahibi olurlarsa adını “Nadir” koyarlar. 1970’lerin sonuna doğru son şeklini almış olan türbe iki bölümden meydana gelmektedir Dikdörtgen planlıdır ve duvarlarının güney cephesi dışında betonla kaplanıp, üzeri sac ile örtülmüştür. Yapıda süs unsuru ve kitabe bulunmamaktadır. İnşasında moloz ve kesme taş birlikte kullanılmıştır. Vaktiyle, türbenin bitişiğinde aynı isimle anılan bir Kadiri tekkesinin bulunduğundan söz edilir. Zaviye olarak da adı geçen bu yapıdan ilk defa 1566 tarihli Tahrir Defterinde, zaviye vakfına gelir tahsis edilmesinden bahsedildiği belirtilmektedir. Nadir Baba tekkesine aynı zamanda Özbekler Tekkesi de denirmiş.
ÜRYAN BABA TÜRBESİ
Halk arasında Tesbih Baba olarak da bilinen Üryan Baba, Kayabaşı denilen dik kayalıklara varmadan sağa doğru 100 m. kadar mesafede, tepenin Harput’a bakan yamacında medfundur. Makam bölümünü oluşturan yapı kayalıklar içindeki bir mağaranın türbeye dönüştürülmesi ile meydana getirilmiştir. Bu kayalıklara Harput’un yerli halkı eskiden “Tilki Kayalıkları” derdi. Buranın hemen yanıbaşında eski bir mezarlık vardır. Üryan Baba Türbesi ile ilgili tarihi kayıtlarda, burada bir hücre ve mescid bölümünün bulunduğu yazılıdır. Bugün ise makam bölümünün bitişiğinde bulunan tek katlı taş ve moloz karışımı olan yapı, Üryan Baba türbedarının kaldığı küçük bir evdir.
Günerkan Aydoğmuş İshak Sunguroğlu’na atfen, türbe yanında bulunan mescidin eskiden tekke olarak kullanıldığını kaydeder. Bugün hücre ve mescid bölümü yıkılmış olup türbenin giriş kapısı dikdörtgen taştan yapılmış iki yan sütun üzerine konulan yarım kemerli taş bloktan oluşmuştur. Bu giriş kapısını oluşturan kemer üzerinde, “Allah’ın ariflerinden ve Allaha karşı olan muhabbet sırrının alimlerinden, cömertliği itibariyle de Allah’ın sevdiği kullarından İsmail’in torunu, Ömer’in oğlu Hafız Muhammed büyük şehadet rütbesine nail olarak burada ölmüştür. Tanrı sırrını mukaddes etsin”, yazısı bulunmaktadır. Türbe mezarın keşfinden hemen sonra 1861 yılında yapılmıştır. Giriş kapısından sonra sağ tarafta sanduka yer alır.
Anlatıldığına göre, Harput’un Alaca Mescid Mahallesinde bir evde oturan Hacı Ali namındaki zat, bir gece rüyasında üç lüle çeşmenin önünde dururken caddeden bir devecinin yuları elinde kendine doğru geldiğini, yanına gelince devesini çökerttiğini ve Hacı Ali’yi üzerine bindirerek Üryan Baba’nın bulunduğu yere bıraktığını ve sonra gözden kaybolduğunu görür. Bu rüyanın bir kaç gece aynıyle tekrarlanması, Hacı Ali’yi hayretler içerisinde bıraksa da korkusundan derdini kimseye açamaz. Nihayet bir arefe günü kazma kürekle oğlu Süleyman’ı da yanına alarak Üryan Baba semtindeki aile mezarlığına gider. Harap ve düzeltilmesi gereken mezarları yaptıktan sonra oğluna, “Evladım! Üç gecedir rüyamda bir deveci beni üç lülenin önünde devesine bindirerek tam şuracığa getirip indiriyor ve gözümün önünde kayboluyor. Gel kazalım bakalım ne çıkacak?”, demesi üzerine Süleyman kazmaya sarılır ve bir taraftan kazar, bir taraftan küreği ile toprağı atar. Çukur bir buçuk metre kadar derinleşince, bir delik açılır. Deliği genişletirler. Ortaya bir lahit çıkar. Lahidin içerisinde bütün vaziyette çürümemiş ve bozulmamış bir cesedinbulunduğunu, yanında çok eski devirlere ait bir deste ok olduğunu ve bu okların yalnız ahşap kısımlarının çürümüş, demir kısımlarının ise sapa sağlam kalmış olduğunu görürler. Üzerini muvakkaten örterek şehre dönünce, hadiseyi müftüye ve şehrin ileri gelenlerine haber verirler. Tetkik neticesinde bu zatın mücahit ve aynı zamanda mazannenden (veli olduğu sanılan) bir kimse olduğuna hükmedilerek bir mescid ve bir de sıbyan mektebi yaptırılır. Lahidin içerisindeki zatın hüviyetine ait bir şey bulunamadığı için kendisine “Üryan Baba” denilir. Burası o günden beri de ziyaretgah olur.
Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi’nin sonradan manevi keşifleri neticesinde bu zatın Allah’ın sevdiği kullarından İsmail’in torunu, Ömer’in oğlu Hafız Muhammed olduğu ve burada şehid düşmüş olduğu açıklanır. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi’nin bu açıklamalarından sonra bu keşif, türbenin giriş kapısı üzerine Arapça harflerle yazılır.
Sunguroğlu hikayeyi şöyle sürdürür.
“Bu şehid mezarını gördüğü rüya ile keşfeden Hacı Ali Efendi daha sonra uzun bir müddet Üryan Baba’nın türbedarlığını yapar. Bu türbedarlık babadan oğula intikal ederek evvelâ oğlu Hacı Süleyman vazifelendirilmiş, 1896 (1312.H ) tarihinde ölümü üzerine yerine torunu Mehmed Şükrü geçmiştir. Mehmed Şükrü’nün de 1903 (1324.R) tarihinde ölmesiyle bu türbedarlık küçük oğlu Mustafa Lütfi Efendi namında bir arkadaşa geçmişti. Lütfi Efendi babasının ölümünde üç aylık bir çocuktu. Kendisi çok temiz ve samimi bir hemşehrimiz olup halen yaşamakta ve Elâzığ’da oturmaktadır. Her pazar günü, yaya olarak Harput’a çıkar, Uryan Baba’ya gider, türbe ve etrafının temizliğine bakar, müsterih ve huzur içerisinde gününü bu hoş ve mübarek yerde geçirerek akşama evine döner.”İshak Sunguroğlu, türbe önündeki çeşmeye dair de ilgi çekici bir anekdot anlatır. “Türbenin yan tarafında ufak bir çeşme göze çarpar. Hariçten gelen ziyaretçiler, bu çeşmenin bir akar çeşme olduğunu zannederlerdi. Halbuki, değildi. Müslüman ve hayır sahibi bir saka Ömer Dayı her sabah civarın en yakın pınarlarından sırtıyla 8-10 tulum su taşır, hazinesini doldururdu. Bu çeşmede abdest alıp, bu mescitte iki rekât namaz kılanların ruhlarında öyle bir ferahlık ve gönül açıklığı husule gelirdi ki, buraya bir gelen bir daha gelmek ister ve bu suretle ziyaretçileri çoğalırdı.”
Geçmişte bu yere akıl hastası olanlar ve gerçekleşmesini çok istedikleri bir muradı olanlar gidermiş. Hatta türbenin içerisinde bulunan ‘Binlik’ bir tesbihin içerisinden de murad ve şifa bulmak niyetiyle geçerlermiş. “Üryan Baba” ismi verilen bu zatın Selçukluların Anadolu’yu fethi sırasında burada Bizanslılarla savaşırken şehid düştüğü ve aynı yere defnedildiği kabul edilir.
FATİH AHMED BABA TÜRBESİ
Fatih Ahmet Baba hazretleri , 1313 yılında Harput’u Ermenilerden geri almak üzere sefere çıkan İlhanlı ordusuyla bölgeye gelmiş ve şehrin fethi sırasında arkadaşlarıyla birlikte şehit düşmüştür. İshak Sunguroğlu, Fatih Ahmet Baba’nın hüviyeti hakkında Beyzade Efendi’nin ihvan-ı kiramiyle vaki olan keşifleri neticesinde elde edilen hal tercümesini şöyle nakleder;
“Sen bil ki Harput Kasabası civarında medfun ve Fetih Ahmet namıyla meşhur olan zat, Perevat ya da Perbat şehrinde Şeyhü’l-Kâinat ünvanıyla anılan Aliyü’r-Remeytani’nin talebelerindendir. Kendisi Belh’de doğmuş, ismi Ahmed, tarikatı Tarikat-i Hacegan’dır. Muhammed Hallacu’l-Belhi vasıtasıyla Azizan Hoca Aliyü’r-Remeytani’den intisap etmiştir. Onun ahbap ve yakınlarından on kişi de türbenin üst tarafındaki mezarlıkta medfundurlar. Kendisi sadat-ı kiramdan (Peygamber neslinden) olup sağ tarafından (kolundan) yaralanarak şehid düşmüş ve aynı yere defnedilmiştir. Mensup olduğu mezhep, Hanefi mezhebi olup Bağdat’ta medfun bulunan ve bu mezhebin banisi olan İmam Âzam Ebu Hanife’nin türbedarı olarak hizmetinde bulunmuştur.”
Fatih Ahmet Baba’nın hüviyeti hakkında Erzurum’un Pasinler kazasına bağlı Yegân köyünde türbe-i mahsusunda medfun bulunan “Halil Divani” Hazretlerinin türbedarı ve mütevellisi ve marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretlerinin kütüphanesinde bulunan tevliyetnamede şöyle zikrolunur: “Erzurum ve havalisi Tebriz’e merbut (bağlı) iken ol zamanın hükümdarı Aras’ın bir kısmını Halil Divani’nin türbesine vakfetmiş imiş… Bu vakıfnamede Halil Divani’nin Evlad-ı Resülden (Peygamber neslinden) olduğu ve silsilesi tamamen yazılı bulunduğu gibi mensup bulunduğu şeyhi de Fatih Ahmed Herberdi (Harputi) olduğu silsilesinde tamamen zikredilmiştir. Rüya Kılıç, bir vakfiye suretini esas alarak seyyidlerin daha 12. yüzyılda Anadolu’ya ayak bastığına işaret etmektedir. İmam Muhammed Bakır soyundan Halil Divani (Yağan Paşa) adına düzenlenen vakfiyeden hareketle, aşiret reisi olması muhtemel olan Kirmanlı Seyyid Şerif Halil Divani yanındaki grupla birlikte o dönemde Tebriz’e bağlı Pasinler’e gelerek yerleşir. Kurduğu zaviyesine ise Gürcü krallarından satın aldığı bazı köylerin gelirlerini vakfeder48. İcazetnamede şu sıra yer alır “Tarikat silsilesi (İcazetnamesi=İzinnamesi): Seyit Halil Divani kendisi, ilk önce, Seyit Şeyh Ahmed-i Kebirden el, inabe ve. beyat aldı Bu zat da Seyit Şeyh Ahmet Fatih-el Harputi’nin (Ölümü M.1313) elinden inabe aldı. Bu da Seyit Şeyh Tacettin İbrahim-el Fatih (ölümü M.1305) den, o da Seyit Şeyh Şemsuddin Ahmet bin Muhammed-el Fatih’in elinden inabe aldı.” Bu icazetname vesilesiyle Fatih Ahmed Baba’nın Rıfai tarikatı şeyhi olduğu ve muhtemelen küçük Seyyid Ahmed-i Kebir’in babası olan Şeyh Taceddin İbrahim’den inabe almış olduğu anlaşılıyor.
Fatih Ahmet Baba ile ilgili pek çok menkıbe anlatılmaktadır. Rivayete göre, Harput’un ilk kaymakamı Şevki Bey ehl-i keyf bir zattır. Bir yıl yazı geçirmek üzere Fatih Ahmed Baba türbesi civarındaki Hacı Haliloğullarının bahçelerinden birini kiralar. Cuma günleri dostlarından bazıları ile bahçeye gider, orada beraberce demlenir (içki içer) ve eğlenirler. Yine böyle bir günde yine biraz demlendikten sonra sık ağaçlarla kaplı olan havuz manzarası, Şevki Bey’in alkol ile beslenen ruhunu sıkmış olacak ki ayağa kalkar ve etrafta dolaşmaya başlar. Karşıda türbenin tam alt tarafında derenin kenarında yeşil bir düzlük görünce kilimlerin, şiltelerin ve rakı sofrasının buraya nakledilmesini emreder. Fakat misafirlerden birisi türbeyi göstererek, “oraya pek yaklaşmayalım”, demişse de kaymakam Şevki Bey buna aldırmaz. Bu emir üzerine tam Fatih Ahmed Baba’nın türbesinin önündeki kayaların altında sofra kurulur ve alem başlar. Yemişler, içmişler ve geç vakit dağılmışlardır. Ertesi sabah Şevki Bey yatağından kalktığı zaman ağzının ve çenesinin eğilmiş olduğunu ve bir kelime dahi konuşamadığını hissedince, bundan çok etkilenir. Kasaba ve Elazığ’da bulunan mevcut doktorlara tedavi için gitse de yapılan müdahalelerin hiç biri çare olmaz ve bu darbenin nereden geldiğini anlar. Birkaç gün evinden çıkmaz ve sonra dostlarının tavsiyesi ile Fatih Ahmed Baba türbesine giderek türbeyi ziyaret edip tövbe eder ve af dileyerek sağlığına kavuşmak için duada bulunur. Türbeyi ve yanındaki mescidi tamir, önündeki sahayı tesviye ettirerek türbenin önüne bir çeşme yaptırır ve ağaçlandırır. Yaptığı bu hizmetin mükafatını da çok geçmeden çenesinin düzelmesiyle görür.
Fatih Ahmed Baba’nın türbesi, Harput’a bir kilometre mesafede, şehrin kuzey doğusunda Göllü Bağlarına (Karataş ve Serince köylerine) giden yolun sağındadır Türbenin inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak günümüze kadar ulaşan kayıtlardan, adına türbe yapılan zatın bir şeyh, bir veli olduğu ve 1313’te vefat ettiği öğrenilmektedir. Türbenin, Fatih Ahmet Baba’nın vefat ettiği yıllarda yaptırılmış olması muhtemeldir. Şeyh-i Kâinat Mescit ve Türbesi olarak da anılan yapı, kuzey güney doğrultusunda dikdörtgen bir mekan (mescit) ile bu mekanın batı duvarına bitişik, içten ve dıştan sekizgen planlı bir mekandan (türbeden) oluşu Türbenin batı duvarı mescit cephesinin hizasına kadar uzatılmış ve oluşan bu mekanın üzeri sundurma ile örtülmüştür. Türbenin batı ve kuzey-batı cephesi mescit ile bitişiktir. Sekizgen şeklinde olan yapı, sade ve basit durumdadır. Üzeri sac kaplı kırma çatı ile örtülüdür. Sadece alt katıyla günümüze ulaştığı kabul edilen türbenin güney doğu köşesinde bir mazgal penceresi yer alır. Kuzey cephedeki basık kemerli oldukça küçük bir kapı ile türbe bölümüne girilir. Türbe orijinalinde altıgen planlı kaide üzerinde ve iki katlı olarak inşa edilmiştir. Mescit ve türbenin üzeri son restorasyon sırasında betonla sıvanmış ve sonradan ziftlenmiştir.
Fatih Ahmet Baba türbesi gerek Elazığ ve çevresinde gerekse çevre illerden gelen ziyaretçiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilir. Bu ziyarete hem Sünni hem de Alevi halk tarafından yoğun olarak rağbet edilmektedir. Sünni ziyaretçiler daha çok perşembe ve cuma günleri gelirken, Alevi ziyaretçiler ise çarşamba günleri gelmektedir. Belli bir rahatsızlık veya dileğinden dolayı gelen ziyaretçiler tarafından bu ziyaret günleri bazen üç cuma veya üç çarşamba şeklini alır. Ziyarete daha çok çocuğu olmayan kişiler rağbet eder. Bunun yanında kız çocuğu olup da erkek çocuğu olmayan kişiler de bu maksatlarına ulaşmak amacıyla buraya gelmektedir. Sinir hastaları, felçliler, nazara uğrayan kişiler ile çeşitli dilekleri bulunan kişiler tarafından da yoğun olarak ziyaret edilir. Sünni ziyaretçiler dilekleri gerçekleştiğinde buraya gelip şükür amacıyla kurban kesip tasadduk etmektedirler. Ziyaretçiler dilek ve isteklerine ulaşınca buraya gelerek lokma (gömme) adı verilen yöresel bir yemek yapıp dağıtırlar. Durumu ağır olan hastaların bir kısmı şifa bulmak maksadıyla burada yatıya kalır. Yine çocuğu olmayan kadınlar buraya ziyarete geldiklerinde koluna demir bir bilezik geçirip çocuğu olana kadar çıkarmazlarsa, bu dilek ve maksatlarına ulaşacaklarına inanılır. Bu türbeye geldikten sonra çocuğu olan aileler çocukları erkek olursa ismini “Fethi Ahmet veya Fatih Ahmet”, kız çocukları olursa ismini Fethiye koyarlar. Çocukları olduktan sonra da buraya gelerek kurban kesip tasadduk ederler. Yine çeşitli talep ve isteklerine ulaşmak için buraya gelen ziyaretçiler türbenin arka tarafındaki dardağan ağacına bez, yazma vb. şeyler bağlamaktadır. Ayrıca türbenin sol tarafındaki “dilek duvarı” adı verilen duvara da taş yapıştırırlar. Şayet bu duvara taş yapışırsa o kişinin dileğinin kabul olacağına, aksi takdirde kabul olmayacağına inanılır. Yine türbeye muhtelif amaçlarla gelen ziyaretçiler dileklerini bir kağıda yazıp mevcut Kur’an-ı Kerim’lerin içine bırakırlar. Ya da bu dileklerini mescid bölümünün güney yönündeki duvara da yazarlar.
BEYZADE EFENDİ TÜRBESİ
Esas adı Hacı Ali Rıza Efendi (1810-1904) olan Beyzade’ye Büyük Beyzade Efendi de denir. Baba adı Hacı Bakır’dır (Hacı Bekir). Dedeleri Özbekistan bölgesinden göç ederek önce Buhara’ya, daha sonra Mısır’a gelirler, bir müddet burada kaldıktan sonra 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgali üzerine kendi boylarına bağlı 40 kadar aile ile birlikte Şam, Halep, Urfa ve oradan da Musul’a giderler. Bu gruptan bir kısmı Musul’da kalmayı tercih eder. Diğer bir grup tekrar Türkistan’a dönmek için hazırlık yaparken, Bakır Bey’in etrafındaki küçük bir grup da bunlardan ayrılarak Harput’a gelir. Bu seyahatlardan oldukça yorgun bir şekilde Harput’a ulaşan Bakır Bey, burasını İslâmi ideallerine uygun bulduğu için yerleşir. İlk defa iki kardeş Kurşunlu Medresesi’nde bir hücrede beyaz külah imal ederek ailesinin maişetini karşılamaya çalışmış, bu arada kendilerini ilme vermeyi de ihmal etmemişlerdir.
Hacı Bakır’ın oğlu olan Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi, 1810 yılında Harput’ta dünyaya gelir. Hacı Mahmut Efendi isminde bir de büyük kardeşi vardır. Babalarının ilme düşkünlüğü çocuklarını da ilme yöneltir. Beyzade Hazretleri önce Şeyhü’l Ulema Hacı Ali Efendi’den, daha sonra Harput’un büyük alimi Dağıstanlı (Mehmet Efendi) Hoca’dan dersler alır. Kabiliyeti ve öğrenme arzusu yüzünden hocaları da Beyzade’yi çok severler. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi ilim tahsilini sürdürürken tasavvufa da ilgi duyar. O, bu ilgiyi daha çok Dağıstanlı Hoca’dan almıştır. Kısa zamanda büyük merhaleler kateder. Durup dinlenmeden bilgisini geliştirir. Dağıstanlı Hoca’nın en başarılı talebelerinden birisidir. Harput halkı kısa zamanda Beyzade’yi sevmeye başlar. Ne var ki, Dağıstanlı Hoca ona icazetini veremeden ölmüştür. O, ölüm döşeğinde iken kendi yerine müderrisliğe Beyzade’nin getirilmesini vasiyet eder. İbrahim Paşa Medresesi sahibi Çötelizade Sırma Hatun’a, “Ben yakında öleceğim, ölümümden sonra müderrislik için bir çok dedikodular, hatta kavgalar olacaktır. Sana vasiyet ediyorum, benim yerimi ancak Beyzade Ali Rıza doldurabilir. Müderrisliği ona vereceksin. Şayet başkalarına verecek olursan kıyamet gününde saçlarından tutup seni sürüm sürüm süründürürüm”, der. Hakikaten Dağıstanlı Hoca’nın ölümünden sonra dedikodular başlar. Bunun üzerine Antep ulemasından meşhur Küçük Ali Efendi kendisine gıyaben bir icazetname gönderir. Ancak bundan sonra İbrahim Paşa Medresesinde müderrisliğe başlar.
Beyzade Efendi’nin ilk hanımı Sarını köyü beylerinden birinin kızı olan Emine Hanımdır. Bu köyde hanımından kalan oldukça geniş arazileri vardır. Ama o, bu arazilerle pek fazla ilgilenmez. Önceleri bu arazileri köyde tembih ettiği kişiler çekip çevirirler; daha sonra bu hanımından olan oğlu Mehmet Nuri Efendi büyüyünce bu işleri ona bırakır. Beyzade Hazretleri’nin hanımı (Sarınılı) öldükten sonra evliliğini Hoş Köyü’nden yapar. Bu hanımından kalan arazilere de yine bu hanımının oğlu olan Baha Efendi (Bahaeddin Efendi) bakar. Beyzade Efendi kendisini tamamen ilme ve tasavvufa verdiği için dünya malıyla hiç ilgilenmez. Harput’taki tek katlı evini kendisi hac ziyaretine gittiği sırada oğlu yıktırarak iki kata çıkarınca, oldukça üzülür, çocuklarına sitem eder. “Beni şimdiden sonra dünyaya mı bağlayacaksınız?.. Komşuların evinden yüksek oldu, onların yüzüne nasıl bakarım?” Kendisi tasavvufta yüksek bir takvaya sahiptir ve yıllarca halkı irşat eder. On binlerce insana ilmi ve Müslümanlığı öğretir. Yaşadığı çağın en büyük alimlerinden birisidir. Gerek Nakşi, gerekse Kadiri ve diğer tarikatların usûl ve erkanını en iyi şekilde bilmektedir.
Menkıbeleri
…….Halk arasında onu menkıbeleştiren olaylardan biri şöyle nakledilir.
“Deli Mustafa, dedik ya, bazen çıplak gezer. Bir gün yine sokaklarda çıplak gezerken Beyzade Hoca görür ve kızgınlıkla bağırır:
-Mustafa bu ne hal, çabuk git üzerini giy!
Mustafa, buruk saygın bir insan tarafından azarlanmanın, verdiği utançla oradan ayrılır. O gece Beyzade Hoca’nın rüyasına giren Peygamber Efendimiz, Hoca’ya:
-Mustafa’ya dokunma, der.
Beyzade Hoca:
-Ya Resulallah, ya şeriatı kaldır, ya Mustafa’yı giydir, diye karşılık verir.
Sabah olur. Hoca yine Harput’un dar sokaklarında Mustafa ile karşılaşır. Bakar ki, Mustafa giyinmiş, memnun bir ifade ile:
-Aferin Mustafa, bak ne iyi olmuş. Mustafa sitemkâr, Hoca’ya dönerek: -Baba boş ver, sana Resulallah bile söz anlatamadı,
der ve uzaklaşır.”
…..Bir gün Urfalı Nakşibendi şeyhlerinden Mehmet Ruhavi Hazretleri Elazığ’ın Aksaray Mahallesinde oturan Latif Ağa’nın konağına gelmiştir. Latif Ağa Mehmet Rehavi Hazretleri’nin mürididir. Rehavi Hazretleri buradaki konuşmalardan Beyzade’nin ününü duyunca, onu Harput’tan Aksaray’a çağırtır. (Aksaray o yıllarda ovada bir köydür) Rehavi Hazretleri’nin çevresindekiler Beyzade’nin gelmeyeceğini düşünerek, “Efendi, o büyük bir âlimdir. Sizi tanımayacağından gelmeyebilir,” derler. Rehavi Hazretleri, “Siz gidin çağırın, o gelir.” der. Durum Harput’ta bulunan Beyzade’ye iletilince, “Kimdir bu Urfalı Şeyh” diye sorar. Çağırmak için gelenler: “Efendi o Urfalı bir Nakşi şeyhidir. Bir de çubuğu var, tütün içiyor.” derler. Beyzade Hazretleri, “Allah, Allah, tütün de mi içiyor?” diye şaşkınlık gösterir. Sonra da kalkıp Aksaraylı Latif Efendi’nin konağına gelir. Mehmet Rehavi Hazretleri ile uzun bir halvete dalarlar. Bu Urfalı Nakşi şeyhi bakar ki Beyzade Hazretleri ilmin güneşidir. Ona kendisinin vereceği bir şey yoktur. Urfa’ya döndükten bir müddet sonra, bu sefer de Beyzade Hazretleri ve Latif Ağa Urfa’ya Rehavi Hazretleri’ni görmeye giderler. Orada tam yedi ay misafir olurlar. Bu süre içerisinde hep ilmi ve dini sohbetler yapılır. Gece yarılarına kadar süren bu sohbetlerden her ikisi de sonsuz zevk alırlar. Nihayet Mehmet Rehavi Hazretleri Beyzade’ye inabe vererek Urfa’da onu sülûka sokar. Sülük süresi bittikten sonra Beyzade Hazretleri’ne gerekli icazeti verip, onu irşadla görevlendirir. Böylece, önce Harput’ta Şeyhü’l Ulema Ali Efendi ve Dağıstanlı Hoca’dan, daha sonra Urfa’daki Nakşibendi Şeyhi Mehmet Rehavi Hazretlerinden gerekli ders ve icazeti alan Beyzade Hazretleri’nin, tarikat geleneğine uygun bir şekilde mürşidliği tasdik edilmiş olur.
Yaklaşık 100 sene yaşadığı ve 1904 yılında Harput’ta vefat ettiği ifade edilir. Harput’un Meteris Mezarlığı denilen yukarı mezarlıkta defnedilmiş olan Beyzade Ali Rıza Efendi’ye vasiyeti nedeniyle türbe yapılmamıştır. Mezarlığın çevresi demir cağlarla çevrilerek aile kabristanı haline getirilmiştir. Buradaki şahidelerinin tamamı yeşile boyanmış olup, üzerlerinde kitabeleri bulunmaktadır. Kabristanın iç kısmının tabanına son yıllarda mermer taşlardan oluşan özel bir düzenleme yapılmıştır. Elazığ ve çevre illerden birçok kişi Beyzade Efendi’nin ziyaretgâhına uğrar ve Kur-an okuyarak dua ederler.
İMAM EFENDİ TÜRBESİ
İMAM EFENDİ HAZRETLERİ Harput’ta yetişen büyük velilerdendir. 1274 (m.1858) yılında Erzurum’da doğdu. Kars’ta üçüncü tabur imamlığı yaptığı için “İmam Efendi” diye meşhur oldu. Asıl adı, Osman Bedreddin’dir. Babasının adı ise Seyyid Selman Sukûtî’dir. Çok küçük yaşta öğrenime başlayıp, dokuz yaşında hafız oldu. Kısa zamanda gerekli ilimleri tahsil ederek akranları arasında dikkat çekici bir yere geldi. Çok zeki olan ve yörede tahsil edilecek ilimleri yeterince tahsil eden İmam Efendi, bildiklerine doymuyor, daha fazlasını istiyordu. Yörede kendisini tatmin edecek bir âlim yoktu. İşte tam bu sırada Buhara’dan kendisini yetiştirecek büyük âlim ve Allah dostu yola çıktı. Bu zat, Seyyid Ahmed Meramî Hazretleri’dir. Buhara’dan yola çıkan Hazret, Erzurum’a kadar gelip, Hasankale ilçesinin Bevelkâsım köyüne gelip bu köyde imamlık görevine başladı. İlmî seviyesi kısa zamanda farkedilip, çevreye yayıldı. Yana yakıla ehil âlim arayan İmam Efendi de Hazreti duyanlar arasında idi. En kısa zamanda yolunu bulup Seyyid Ahmed Meramî Hazretleri’nin huzuruna geldi. Hazret bu gencin yetiştirilmesi için kendisine işaret edilen kimse olduğunu anladı. “Merhaba, hoş geldin Hafız Osman Bedreddin!” dedi. İlk defa görüştüğü zatın kendisini nereden tanıdığını merak edip hayretler içinde kaldı. Seyyid Ahmed Meramî Hazretleri ondaki istidadı görüp, talebeliğe kabul ettiğini bildirdi ve şöyle dedi: “Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu, sonunda insanı Allah’a ulaştırır. İlmîn muhtelif sahneleri ve safhaları vardır. Bizim sana vereceğimiz ilim, Tasavvuf ilmidir. “Üzülme! Allah bizimledir” buyurulan ayet-i kerimenin tefsirine göre halik ile mahlûk arasında kavuşturucu bir rabıta vardır. Bundaki mana ve hikmet: “Oku, Malikini unutmazsa, bitmez tükenmez nimetlere kavuşur. Bu mananın tekâmülü ve tesanütü ise huzurdur. Huzur. Allahü Teala’yı hiç unutmamak demektir.”
Hafız Osman Bedreddin Efendi bundan sonra her gün ders almak üzere hazretle anlaştı ve Erzurum’a döndü. Bundan sonra Osman Efendi Belvar köyünde kalmaya başladı. Her gün üç saatlik mesafedeki Bevelkasım köyüne gidip dersini alıyor, dönüyordu. Bu şekilde hocasının derslerine devamı yıllarca sürdü. İmam Efendi, tahsil hayatı boyunca hocasının birçok kerametine şahit oldu. Kendisi talebeliği sırasında Erzurum Rusların işgaline uğradı. Rus işgalini dağıtmak için Erzurumlular yediden yetmişe harekete geçtiler. Bir sabah ezanını Osman Bedreddin Efendi okuyarak halkı harekete hazır hale getirdi. Rus askerleri Aziziye Tabyalarından püskürtüldü. Bu sırada Osman Bedreddin Efendi’nin silahsız olarak taşla mücadele ettiğini, attığı her taşın bir düşman askerini öldürdüğünü, taşı almak için yere eğilmediğini, taşların kendi kendine eline dolduğunu çevresinde bulunanların hepsi görüyordu. Nene Hatun olarak bilinen Hatice Hanım da İmam Efendi’nin bu kerametini görenler arasında idi. Bu durumu gören Ordu Kumandanı Gazi Ahmed Muhtar Paşa, İmam Efendi’yi ordu içinde tabur imamı olarak görevlendirdi. İmam Efendi bu görevde iken meşhur velilerden Seyyid Tahâ-i Hakkari Hazretleri’nin oğlu ve halifesi Seyyid Ubeydullah, Mevlanâ Hâlid-i Bağdadi Hazretleri’nin halifelerinden Küfrevî Şeyh Muhammed, Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Erzincanlı Terzi Baba Hazretlerinin halifelerinden Hacı Fehmi efendilerle sohbet etme şerefine erişti. Görevli bulunduğu taburu 1882 yılında Palu’ya nakletti. Bu sırada son mürşidi Mahmud Sâmîni Hazretleri’ne kavuştu. Mahmud Sâmîni Hazretleri, İmam Efendi’nin hallerini talebelerine bir bir anlattı. Onu öven sözler söyledi. Bir gece İmam Efendi’ye rüyasında şöyle dedi: “Hafız, kurban! Ben seni bekliyorum. Sen de bizi arıyorsun. Sana verilmesi gereken emanetin altında kudret ve kuvvetim azaldı. Gözüm yoldadır. Bu kadar saklanmaya ve naz etmeye sebep nedir? Yeter artık gel bana!” Bundan sonra peşpeşe buna benzer rüyalar gördü. Son rüyasında mürşidine kavuşmak için, Palu’da Şeyh Mahmud Samini Hazretleri’ne varması emredildi. Palu’da kendisini Mahmud Saminî Hazretleri müridleri ile birlikte karşıladı. Bundan sonra hayatını mürşidinin yanında geçirdi Verilen hizmetleri eksiksiz yerine getiriyordu. On sekiz günde icazet alıp, görevi sebebiyle dört yıl kadar daha Palu’da kaldı. 1909 yılında emekli olup Harput’a yerleşti. 1911 yılında Harput ileri gelenleri ile birlikte hacca gitti. Bu yolculuk sırasında Mekke, Medine ve Şam âlimleri kendisine hayli iltifatta bulundular.1340 (m.1922) yılında Harput’ta vefat etti. Vefatından birkaç gün evvel vasiyetini yazmıştı. Vasiyet gerekleri yerine getirildikten sonra büyük bir cemaatle Harput’ta Meteris kabristanında defnedildi.